Kurân-ı Kerim’e hizmet nasip işidir.
Yazan: Zeki Bulduk
Kur’ân-ı Kerîm öyle bir yüce kitaptır ki ona hizmet etmek herkese nasip olmaz. Hz. Allah Kur’ân-ı Kerîm’in hizmetini nasipli kullarına vermiştir. İşte Kurân hâdimlerini bu terazi ile değerlendirmek gerekir. Zeki Bulduk yazılarını severek okuduğum yazarlardan biri. Sözü incitmeyen okurun sadrına ilmek ilmek işleyen nadir yazarlardan. En sevdiğim yazılarında birini paylaşmak istiyorum sizlere.
Bir damla kan/ binbir keder
Bu dünya gamlar dünyasıdır. Ayrılıkların dünyasıdır. Ayrışmaların dünyasıdır. Mesnevi’nin temelinde bu düşünce vardır. Gamlar yurduna gelen, ya gamını unutmak ister ya da gamının kaynağına yolculuk yapmak ister. Şems’i bulan Mevlânâ, gamın kaynağını hatırlar ya hani; hani derdinin dermanının ilmi bir noktayken çoğaltmamak olduğunu anlar ya; hani bazı insanlar vardır, yanlarındayken kendinizi “iyi, huzurlu, mutlu, erinçli” hissedersiniz, sohbetinden sanki bir şifa pınarının aktığını duyumsarsınız ya… İşte o insanlar dünyayı ayakta tutan sütunlar ve dünyanın sütunları bir bir çekiliyorlar gök kubbenin altından, bizi gamla, bizi dünyayla baş başa bırakıp!..
Dervişler ve Hermann Hesse kahramanları
Herman Hessekitaplarını okuyanlar iyi billirler; Siddhartha, Narsis ve Goldman, Bozkırkurdu… Arayışların ve dinginliğin kahramanlarıdırlar. Bizim tasavvuf ehli dervişlerimize benzerler. Goldman, tekkeyi terk eden derviş. Hani, hikâyesinin sonuna doğru manastıra döner ve Narsis ile içli bir konuşma yapar ölüm döşeğinde. Narsis’in dışarıya çıkmadığı için bencil olduğunu, kendisinin ise dünyayı gördüğü için cesur olduğunu anlatır. Dünya ile hesaplaşan derviştir Goldman. Narsis ise dağdaki derviştir adeta; şehrin işvelerini görmeden derviş-rahip olmanın kolaylığını seçmiştir.
Bir velî yola düşünce
Silistre’den Silivri’ye gelen bir müderris vardı yıllar önce. İnsanların Kur’an okumalarının yasak olduğu, mushafların toprağa gömüldüğü yıllarda, inşaat işçilerine yevmiyelerini iki kat verip sadece Kur’an öğreten bir müderris. ‘Üstad’ın bini bir para olduğu bir zamanda o güzel insan yarenlerince “üstaz” diye anılırken yürekleri titreten yüce gönüllü bir kalp mimarı olacaktı zamanla. Talebeleri, kızları ve haset eden düşmanları olacaktı. Çünkü o, Kur’an okumanın yasak olduğu bir zamanda Kur’an öğretiyordu insanlara. Hem de Kur’an’dan imparatorluk çıkarmış insanların topraklarında.
Şeyh efendi uçmaz; uçurur, uçuk kaçık olanları…
Ömründe beş vakit namaz kılmamış insanlar “şeyhe tapıyorsunuz; şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır, şeyhe biat ederek şirk koşuyorsunuz!” diyerek suçladılar muhiplerini. İlahî aşk’ın insanın kalbine zınk diye kilitleneceğini zannedenler, “Allah’la kul arasına giriyorsunuz!” diye iftira ettiler, sanki Allah’a giden yollarını çok aramışlar gibi. İhvan’ını suçladılar; “masum çocukların beyinlerini yıkıyorsunuz!” diye, çocuklara pornoyu, cinayeti, çalmayı, hak yemeyi, boyun eğmeyi, haksız kazanç sağlamayı, inandıklarına küfretmeyi öğretenler; çünkü ihvan o çocukları okutuyor ve namuslu, dürüst, Kitab’a inanan fertler olsunlar diye didiniyordu.
Şeriat da tarikat da cihadsız varolamaz
O güzel insan bir Eylül serinliğinde özlediği aleme gittiğinde geride talebeleri kaldı. “Kur’an’ın hadimleriyiz bizler” dediler. Binlerce yıl önce başlayan yürüyüşe devam ettiler. Onlara Kur’an’ı öğreten güzel insanın –kimileri- sadece Kur’an’ı yüzünden, tecvidli, Arapça okuttuğunu zannettiler. Oysa her ehl-i tarik bilir ki bir “şeyh”, cihad etmeden dünyadan gitmezdi. Bu cihada ‘nefs tezkiyesi’ diyenler olsa da işin o ciheti başka. Silistre’den gelen güzel insanın hayatını dikkatle okuyanlar, hem büyük hem de küçük cihad yaptığına şahit olacaklardır. Said-i Nursi ki hem kalp meydanında hem de savaş meydanında, bir de fikir meydanında savaşmış bir âlim, bir mütefekkir, bir gönül mimarı idi. O güzel insan da yareni gibi her üç cephede de savaştı, “müslümanlar ne kadar da pısırık, ehl-i tarik olanlar savaştan vazgeçiyorlar” denilen 20. yüzyılda.
O güzel insanın sesini duymadım, yürüyüşüne şahit olmadım, Kur’an’ı nasıl okuduğunu maalesef işitemedim. Ben Üstad Süleyman Hilmi Tunahan’ı fotoğraftan tanıdım. Bakınca insanın yüreğini okurmuş gibi gören bakışları vardı.
Bir yanında Şah-ı Nakşibend, diğer yanında Abdulkadir Geylani nefesi, önünde ise Peygamber-i Ekber’in refik-i sadıkı Ebu Bekir Sıddık… İşi zordu. Çünkü işi kalplerde sönmeye yüz tutan ateşi harlandırmaktı. Hani, Yûnus Emre’nin sözlerinde, hani Mevlânâ’nın Mesnevi’sinde, hani Hacı Bektaş-ı Veli’nin deyişlerindeki “gönül kuşu” ölmek üzereydi; gönlün ilacı ise ilahî kelamdı. İlahî sözün unutulmaması için Ebu Bekir gibi parasını, Ebu Zer gibi canını, velilerin velisi Ali gibi ilmini koymuştu meydana. Peygamberimiz Ebu Zer’i tutmak istemişti Ebu Zer canını dişine takıp Kâbe yoluna düştüğünde; “Gitme ya Ebu Zer, yakacaklar canını!” Silistre’den gelen adama: “Gidersen seni öldürürler!” diyen olmamıştı Hz. Hüseyin’e söylendiği gibi.
Kur’an’ın hadimleri ve çalışmayan melekelerimiz
Ehl-i tarik, insan melekelerini, beş duyuş dışında da sınıflandırırlar. Mesela, nefsin kemale erme silsilesi yedi basamak olarak verilir ki nefs-i emmare’den başlar sâlik yola. İnsanın iç dinamikleri ise kalp, sır, ruh, hafi, ahfa olarak beşe ayrılır. Bir bakıma insanın beş motoru vardır ve insanların çoğu birinci motoru bile tam olarak çalıştıramadıklarından “duyuş” dünyasında, tattıkları, kokladıkları, dokundukları, işittikleri, gördükleri dünyada yaşarlar ve dünyayı bu algılarına göre anlamlandırırlar. Kalp/gönül mimarları ise kendini dünyaya hapseden insanı zindanından kurtarmak için didinir. 20. yüzyıl çile çekmiş veliler gördü. Bu Allah dostları içerisinde, talebeleri şimdi dünyanın dört bir yanına dağılmış olan Üstad Süleyman Hilmi Tunahan’ın mirası Kur’an-ı Kerim’in payidarlığı için hadim olmak ve kalpleri dünya kirinden temizlemek için tekâmül etmekti.
Ben, Goldman, özledim zikrini Hakk’ın
Goldman gibi gezdim dolaştım dünyayı. Üstüm başım dünya kokuyor. Hayatın gamı kederi, hele ki Mesnevi’deki o ayrılıkları unutturan yalanlarına, oyunlarına epey kapıldım. ”Ne kaldı geriye?” diye soran olursa, diyeceğim şudur ki, Suhreverdi’nin nurdan heykelleri seyrederkenki hayretim ve zikir meclislerinde beş dakika Allah’a rabıta yaparken duyduğum vuslatın erincinden başkası yalan; dünya dünyadır işte! Dünya, yavan bir tat bırakıyor insanın damağında; Allah’ın zikri dışında.
Üstadların bini bir para olan dünyada hakiki üstadların insana baktıklarında yüreklerine şifa olan bakışlarını özlüyorum.