Söz
Kalbin çırağı, mantığın elçisi olan söz.
Söz; simalardaki yosun tutmuş anıların habercisi olan kırışıklıkların kıyısına oturur.
Bazen kamburlaşmış nefeslerin arasına giren gamsız öksürüklerden sonra, yeşillenmiş bir tebessüm bırakır.
Söz ki bazen de sırlı kentin soylu yollarından sürgün edilmiş bir öfkeyi iliştirir gözlere. Kabre saklanmışlar da onda gizli, kısık sesle de olsa beyan edilmiş sevdalar da.
Tek tek ipe dizilen harflerin sahibi, rütbelere ayrılan dilin sultanıydı. Kimi zaman zalim olur, Firavun kadar vurdumduymaz… Kimi zaman merhameti Süleyman sevgisi Yusuf olurdu.
Söz neydi?
Nil’in sırdaşıydı sözler.
Mücevherlerden daha kıymetliydi, amma velakin hataları da vardı.
Kırık gönüllerin, yaşlı gözlerin kapısını vakitsiz çalandı o.
Bereketsiz, kıraç toprakların meçhul tohumları gibi, nasipsizler ülkesinin sadık hizmetkarı olmuştu. Cennet’e giden son kayığın gurbetçisiydi.
Bahanesi hücum etmiş kalp, fermanı yazmıştı. Yalçın dağlardan tıpkı bir ok gibi fırlatılmıştı.
“Söz ağızdan bir defa çıkardı. Kazası olmazdı…”
Zaman sus diye işaret etmişti ama kalp çoktan kırgınlığın yasına bürünmüştü.
Otuz iki kıdemli askerden kaçtı mı, kazası olmazdı sözün…
Ağarmıştı gözyaşları. Sultan iken köle olmuştu yeryüzü cümlelerine.
İlk söz Kudret’in kaleminden düşmüştü ömür dediğimiz sazın tellerine, elest bezminde işitilmişti sesi. Lakin, sözü kalbinden söküp sırtında taşıyan nisyan; kara deliklere hapsetmişti onu.
Sonra…peki ya sonra ne oldu? Söz unutuldu.
Belki de sonun sesi olan sur’ a kadar hatırlanmayacaktı.
İşte o zaman kapıların sürgüsü açılacaktı, af lütfedilecekti. Vakit hazan vakti olacak, tartılara sığmayan kalp bir göz aydınlığı isteyecekti fakat, karanlık kuyularda hicranı yaşayacaktı…
Keşke!…Keşke diyecekti kalp. “Keşke işin özü olan sözü dinleseydim”…
Denizde suyun, çölde kumun kıymetini bilemeyen kalp; suya Musa’ yı, ateşe İbrahim’i atmıştı.
Şimdilerde de kalp, bilseydi “ikra”nın ilk söz olduğunu, kandil yakıp beklerdi umut yüklü bulutları.
Ama keşke…